İçindekiler
==>Deli damgası ve şizofreni
==> Damgalama Eğilimi nereden kaynaklanır?
==> Tehlikeden korkma
==> Cinayet girişiminden korkma
==> Hastalıktan korkma
==> Bilinmeyenlerden korku
==> Damgalamanın hastalığın ilerlemesinde etkisi vardır
==> Şizofreni ve şiddet hakkındaki öyküler ve yanlışlar
Kitaptan bir bölüm:
“Deli damgası” ve şizofreni*
Bir hasta şöyle diyordu; “Hastalığım konusunda karşılaştığım en büyük zorluk, deli damgası yemiş olmaktır.”
Şizofreni ve diğer herhangi bir psikiyatrik hastalık nedeniyle tedavisi süren insanların, normal yaşama döndükleri zaman karşılaştıkları en büyük zorluk nedir? Çoğu, basitçe, “diğerleri tarafından kabul edilmemek” olduğunu söylerler. Bu insanlar arkadaş, ev ve iş bulmakta zorluk çekerler. Giriştikleri her işte ayırımcılık yapıldığını duyumsarlar. Çoğu zaman eski arkadaşlarının ve ailelerinin kendilerinden rahatsız olduklarını duyumsarlar.
Onlar toplumun psikiyatrik hastalıklara yönelik damgalama eğiliminin kurbanlarıdır. Birçok bilimsel çalışma, herhangi bir psikiyatrik hastalığı olanların toplumun büyük çoğunluğu tarafından değersiz, farklı ve tuhaf düşüncelere sahip insanlar olarak algılandığını göstermiştir.
Damgalama Eğilimi nereden kaynaklanır?
Tehlikeden korkma
Ortak endişe, şizofrenlerin tehlikeli, saldırgan kişiler olduğu ve ne yapacaklarının belli olmadığı noktasında birleşmektedir. Doğrudur, ama sadece birkaç vaka için… Gerçekte emosyonel ve mental olarak deprese olmuş insanlar endişeli, korkulu ve pasiftirler. Dolayısıyla, onlardan korkmak genellikle yersizdir; ama bu yersiz kaygı, medya ve toplumun bilgi eksikliğine bağlanmaktadır. Televizyonlar ve sinema filmleri mental hastalığı olan kişileri şiddetin sembolü olarak göstermektedirler. Gazeteler ve magazin dergileri, olayın içinde mental bozukluk olduğu zaman fırsatı kaçırmayıp tiraj için gereken abartmayı yapmaktadırlar.
Cinayet girişiminden korkma
Mental hastalığı olan kişiler normal insanlardan daha fazla suç işlemezler. Buna rağmen, bu konuda yanlış inançlar ortaya çıkmıştır.
Bu korkunun izlerine pek çok yerde, hatta psikiyatrik kurumlarda bile rastlamak olasıdır. Mental bozukluğu olan insanlar bazen büyük kuruluşlarda kapalı kapılar, demir parmaklıklı pencereler ve yerleşim alanlarının dışında kurulmuş, depo hastanelerinde tedavi edilmektedirler. Tespit yeleği denilen deli gömlekleri ve uygun donanımlı odalar kullanılmaktadır. Bu korkudan dolayı, mahkemeler gerektiği zaman şizofrenleri bir akıl hastanesinde zorunlu tedavi altına almaktadır. Medya ise eski inanışları sürdürmekte ısrarlıdır.
Hastalıktan korkma
Psikiyatri, tıbbın en son gelişen dalıdır. Bu bilim sayesinde yüzyıllar sonra, mental hastalık da, suçiçeği, kanser veya soğuk algınlığı gibi bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Ama büyücü ve cincilerden tıp doktorlarına geçiş sürecinde, damgalanma sadece kısmen azaltılabilmiştir. Toplum hâlâ hastalıktan, hastaneden, doktordan, tedaviden korkmaktadır.
Bilinmeyenlerden korku
İnsanlar anlamadıkları şeylerden korkarlar ve anlamadıkları zaman terörize tahminlerde bulunurlar. Bazı kültürler mental hastalıkların “şeytan işi” olduğuna inanırken, bazıları da ahlaki değerlerin eksikliğinden kaynaklandığını düşünürler. Mental hastalığın nedenlerini öğrendikçe, bu gibi yanlış inançların birçoğu yitip gitmektedir.
Nitelikli sağlık eğitimi programları, bu yanlış anlaşılmaları ve bu batıl inançları düzeltmeye yardım edebilir. Psikiyatrik tedavi programını akıl-hastanelerinden ziyade normal hastanelerde uygulayarak, hastanın hastalığı konusundaki önyargısını yenmesine yardımcı olunabilir. Yine şizofreni vb. psikiyatrik hastalığı olanlara iş bulma olanaklarının artırılması ve çalıştıkları yerde, toplumla iletişimlerini kesmeye izin vermeksizin, insanlarla üretken ilişki içerisinde bulundukları sırada sağlık hizmeti verilmesiyle, damgalanmanın üstesinden gelmek bizzat hastaların kendileri için olasıdır. Böyle bir iş ortamında sağlık hizmetini verebilecek bir organizasyon olasıdır. Ülkemizde belirli sayıda işçi çalıştıran kurumlarda işyeri hekimliği hizmeti veren doktorlar çalışmaktadır. Bu hekimlere belirli bir süre şizofreni hakkında kurslar verilerek, o işyerinde çalışan şizofrenlere sağlık hizmeti sunulabilir. Konuyla ilgili yaptığımız araştırmalara göre, şizofreni ve diğer psikiyatrik bozuklukların damgalanması için eskiden var olan “gerekçeler” bugün artık yoktur. Günümüzde, toplum şizofrenlerle arasına ördüğü duvarları yıkmaya hazırdır. Bekledikleri tek şey, şizofrenlerin artık tedavi edilebildiklerini ve buna bağlı olarak sosyal ve ekonomik sürece rahatlıkla katkıda bulunabildiklerini bizzat yaşamın içinde izlemek, görmek, buna tanık olmaktır. Toplum ikna olmaya hazırdır.
Çalışmalarımızın ortaya koyduğu bir diğer gerçek, kadınlarda akıl hastalıklarını damgalama eğiliminin erkeklerden daha az olduğudur. Bu veriye dayanarak, işyerlerinde, hastanelerde ve şizofrenlerin yaşama girme sürecinde önem taşıyan kurumlarda, onların yönetiminde ve bakımlarında kadınlara öncelik vermenin yerinde olacağını düşünmekteyiz.
Damgalamanın hastalığın ilerlemesinde etkisi vardır
Damgalanma korkusu hasta ailelerinde, insanlardan zarar görme kaygısına ve toplumdan utanç duygular içinde uzaklaşmaya yol açmaktadır. Hastalık konusundaki bu sessizliğin sonucundan devlet de rahatsızlık duymamaktadır. Şizofreni konusunda kimsenin açıklama yapmaktan hoşlanmadığı bir vakadır. Bu durum, devlet politikasına dahi yansıyabilmektedir. Araştırma bütçelerinde, diğer hastalıklara ayrılan oranla şizofreni için sağlanan olanaklar yok denecek kadar azdır. Amerikan hükümetinin, benim orada bulunduğum yıllarda, sadece bir kurumda AİDS için ayırdığı yıllık bütçe 2 milyon dolar iken, aynı kurumun nöroleptikler üzerinde çalışma yaptığımızı laboratuvara ayrılan miktar yalnızca yılda 100 bin dolar idi. Bu veriler, Kanada’dakiler ile de uyum göstermektedir. O nedenle, devletin ruh sağlığı politikasının belirlenmesinde şizofrenler, aileleri ve konuya duyarlı herkesin etkin rol oynaması gerektiği açıktır.
Şizofreni ve şiddet hakkındaki öyküler ve yanlışlar
Şizofreni hakkında uydurulan ve şiddet unsuruyla zenginleştirilen pek çok öykü, yanlış düşünce ve inanış vardır.
Şizofreni, dünyada en çok yanlış anlaşılan hastalıklardan birisidir. Birçok insan bunun kişilik ayrışması anlamına geldiğine inanır. Bu doğru değildir.
Şizofreni kavramını ilk kez, 1911 yılında psikiyatrist Eugen Bleuler kullanmıştır. Yunanca’da schizophrenia, schizo (ayrışma) ve phrenia (düşüne) kavramlarının bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Bleuler bununla, algı ve gerçek arasındaki bölünmeye değinmekteydi. Günümüzde birçok psikiyatritst bu terime yanlış anlaşıldığı için itiraz etmektedir.
Filmlerde ve medyada şizofreni hastalarının gözlerinde şiddeti çağrıştıran bakışlar resmedilir. Bu nedenle, toplumdaki milyonlarca kişi şizofrenlerin kötü olduğuna inanmaktadır. Örneğin, pek çok yayın normal bir insanın cinayet işlediğini bildirmez. Oysa gerçekte cinayetlerin çoğu normal (!) kişilerce işlenmektedir. Buna rağmen bir şizofren cinayet işlediği zaman, biz şöyle konuşuruz, “Bir şizofren eşini doğradı…” Ama “normal kişi eşini doğradı” demeyiz. Medyanın şizofreni hakkındaki önyargıda gerçekten önemli bir payı vardır. Halbuki psikiyatrist T. Lunde’un kitabında belirttiği gibi, şizofrenlerin cinayet işleme oranı, topluma kıyasla daha azdır. Görünen o ki, şiddet sıradan insanlarda daha fazladır. Hikâyelerdeki katiller çoğunlukla “ruh sağlığı” açısından normal insanlardır.
Belki de bu düşünüş biçimi toplumun psikolojik bir refleksidir. Şöyle ki: Cinayet işleyen insanların özel durumlarını bilmeden bunlara “deli” denmektedir. Çünkü cinayet çılgın bir durumu tanımlamakta, bu da ruh sağlığı normal olan insanları bu olaylardan sıyırıp atmaktadır. Oysa planlı cinayetlerin %95’inin normal insanlarca yapıldığı akıldan çıkarılmamalıdır.
Harvardlı psikiyatrist Patrick O’Brien şizofreni hastalığı olan insanların birçoğunun şiddetin karşısında olduğuna, bunların kötülüklerden kaçan ve korkan kişilikte insanlar olduklarına dikkat çekmektedir. Bhen, konuya şöyle yaklaşmıştır: “Eğer kişi şiddete yatkın ise, şizofreni, özellikle de paranoid şizofreni, bu durumu kötüleştirebilir; ama siz, sakin bir kişi iseniz, bu hastalık şiddet eğilimi açısından hiçbir etki yapmaz. Burada akıldan çıkarılmaması gereken önemli şey; şizofreni ile şiddetin birbirinden oldukça farklı durumlar olduğudur.”
Ancak, eğer bir kişinin zaten şiddet hikâyesi var ise durum çok farklıdır. O zaman önlemler almak için sağlam bir gerekçe oluşmaktadır. Böyle bir durumda bile, akıl sağlığı bozuk kişiden kesinlikle korkulmamalıdır. Çünkü o durumda korkan ve korkutan zarar görebilir. Yani, hastayı korkutan veya ondan korkan risk altındadır.
Burada şizofrenlerin ve onların ailelerinin asıl bilmeleri ve anlamaları gereken, “deli damgasının kendi kişiliklerine yönelik bir şey olmadığıdır. Bu olgu, bütünüyle sosyolojik bir sorundur. Kökenini tarihin derinliklerinden, hatta ilk çağlardan almaktadır. Tahminen, hastalıkların dramatik biçimde ortaya çıkması nedeniyle hakkında hiçbir bilimsel bilgiye sahip olmadıkları bu durum karşısında, o dönemin insanları önce korkuya kapıldılar. Doğa karşısında yaşam alanını kurmak ve korumak konusundaki donanımın yetersizliği, doğal yasalara uygun olarak, insanları birlikte yaşamaya zorladı. Yaşam koşullarının zorlaştığı dönemlerde, birtakım katı disiplinlerin uygulanması zorunluluğu ortaya çıktı. Kuralları çiğneyenlere karşı denetleme yöntemleri geliştirildi. Ancak kuralların çiğnenmesine neden olan öyle bir faktör vardı ki, bir türlü denetlenemiyordu. Bu, akıl hastalığı idi. Dolayısıyla, akıl hastalarının ilkel topluluklarda damgalanmak suretiyle soyutlanmaları doğal bir zorunluluk oluşturmaktaydı. Bu kısa antropoljik varsayım, o dönemlerde birbirinden farklı ortamlarda yaşayan toplumların, birlikte yaşama zorunluğu ve oluşturulan kuralların katılığı konusunda, sahip oldukları doğal zenginlikler oranında farklılıklar göstermelerini ve bunun akıl hastalıklarına yansımasının değişik topluluklarda değişik tarihsel dönemlerde değişik faktörler içermesini belirli ölçülerde izah edebilmektedir. “Deli damgası”, tarihsel temellerin yanı sıra bir dizi ekonomik, sosyal, politik ve başka bir çok belirleyenlerden etkilenmektedir. Dolayısıyla, bu nedenden topluma ve diğer insanlara kırgınlık duymak yersizdir. Zaten, aslında tüm toplum bundan dolayı vicdanen rahatsızdır. İnsanları akıl hastası diye damgalamanın anlamsız olduğunu pek çok kişi duyumsamaktadır. Ancak, toplumun bundan tümüyle vazgeçebilmesi için bilimsel ve sosyo-ekonomik bir sürecin yaşanması gerekmektedir. Doğrusu, böyle bir sürece girildiği de bir gerçekir.
Öncelikle bilimsel gelişmeler artık şunları açıkça ortaya koymuştur:
- Akıl ve beyin aynı şeylerdir.
- Beynin temel işlevi bilgi-işlem yapmaktır.
- Beyin bireyin geçmiş yaşantısında elde ettiği deneyimler sonucunda meydana getirdiği “internal-representasyonlar”dan yararlanmaktadır. Bir başka ifade ile kişi, yaşamı boyunca öğrendiği şeyleri beyninde depolomakta ve bunları sürekli kullanmaktadır.
- Davranış ve beyin işlevleri arasındaki ilişki; moleküler ve nöronal düzeyden başlayarak, nöral, network ve entegre nöral sistemler aşamalarında, çağdaş bilimsel yöntemlerle araştırılabilir ve anlaşılabilir.
Burada dört maddeyle özetlenen çağdaş psikoloji anlayışına kolay ulaşılmamıştır. Konuyu tarihsel süreç içerisinde şöyle kısaca bir gözden geçirecek olursak, örneğin Descartes’ın “Cartesian Dualism”inin etkili olduğu bir dönem görürüz. Nativizm de denilen bu düşünüşe göre, insanoğlu yaratılıştan birtakım bilgilerle donatılmıştır Örneğin; “Tanrı” kavram, “ben” kavramı, hatta bazı temel geometrik aksiyomlar insanlarda yaratılıştan vardır; sonradan öğrenilmez. Yine akıl, önceden kestirilebilecek, düzenli kural ve kanunlarla açıklanabilecek bir işleyişe sahip değildir. Akıl ve beyin, akıl ve beden ayrı şeylerdi. Buna karşın Empiricism olarak bilinen düşünüş, insanların dünyaya bütünüyle masum ve hiçbir kavrama sahip olmaksızın geldiğini ileri sürmektedir. İnsanlar sahip oldukları bütün düşünceleri doğrudan ya da dolaylı birtakım kişisel deneyimlerle elde ederler. Doğumda beyaz bir sayfaya benzeyen “akıl”, süreç içerisinde, deneyimlerle sağlanan fikir ve bilgilerle dolar. Fikirler, çağrışımlar (associations) sayesinde ortaya çıkar. Akıl, önceden kestirilebilir refleks vb. birtakım yasalara dayalı olarak çalışır. Her ne kadar günümüzün çağdaş anlayışına yakınlık gösterse de, Empirisistler de, akıl-beden ikileminden kurtulabilmiş gibi gözükmemekte, yukarda sıralanan anlayışları “aklın” işleyişi olarak tanımlamaktadılar.
Ardından Darwinist düşünüşün ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Söz konusu düşünüşe göre, içerisinde yaşadıkları doğa koşullarına en iyi ayak uyduran bireyler hayatta kalmakta ve bunlar kendilerinden sonra gelen nesillere genlerini aktarmaktadırlar. Davranış özellikleri, duygusal dışavurum karakteristikleri ve zekâ da, tıpkı diğer fiziksel özellikler gibi, evrimsel süreçten geçer ve nesilden nesile genetik düzeyde aktarılır. Biyolojik bilimler için eksen niteliği taşıyabilecek denli büyük bir felsefe olmakla birlikte, Darwin, akıl-beden ikilemi konusunda çok kesin ifadelere sahip değildir? Aslında, nörobiyolojinin temelinde hücrelerin yattığının, 1839’a dek, henüz daha teori düzeyinde bile dile getirilmemiş olması göz önüne alınırsa, Darwinizm ve yukarda sözü edilen diğer düşünüş biçimlerinin içerdiği eksiklikleri anlayışla karşılamamak elde değildir. Beyinde özel işlevi olabilecek bir hücrenin var olabileceği, ilk kez Theodor Schwann tarafından 1839’da kuramsal olarak dile getirilmiştir. Bunun ardından nöron’un varlığını görebilmek için insanlar daha bir 30 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Nihayet 1870’de ilk kez Camillo Golgi ve Santiago Ramonn Cajal, beyin içerisinde bireysel nöronların olduğunu ortaya çıkarabilecek bir boya hazırlamayı başarmış ve böylece insan beyninin nöronlardan oluştuğu ortaya konmuştur. Söz konusu ilkel denebilecek teknik, daha uzun yıllar tek seçenek olarak kullanılmış ve nihayet, 1886 yılında insanın sinir sisteminin anatomik bir bütünlük içerisinde olduğu ortaya konabilmiştir.
Beynin anatomik ayrıntıları henüz tam anlamıyla bilinmemekle beraber, günümüze dek elde edilen verilerin hiçbirisi, yukarıda sözü edilen bütünselliğe ters düşebilecek nitelikte olmamıştır.
Sinirbilimdeki bu gelişmeler, günümüzün “holistik”, çağdaş psikoloji anlayışını ortaya koymuş ve her yeni bilimsel gelişme bunu güçlendiregelmiştir. Bu dönemin önemli bazı görüşlerini de kısaca özetlemek gerekirse, hemen ilk akla gelen adlar; Watson, Thorndike, Hebb, Lashley vb. olmaktadır. Örneğin; Watson, 1913 yılında yazdığı bir yazıda (Psychological Review) şunları söylemektedir: “Behaviorist açıdan bakıldığında, psikoloji, tümüyle objektif ve deneysel temellere dayalı olan doğal bilimlerin bir üyesidir.” Ancak Watson, insanı, salt etki-tepki sürecinde ele almakta ve dolayısıyla çağdaş bir çıkış yapmakla birlikte, pek çok insani fenomeni açıklamakta güçlük çekmektedir. Buna karşın psikolojiyi doğal bilimler kategorisine alma çabası ve bu yöndeki çok değerli bazı deneysel çalışmaları ile günümüzün anlayışına adeta bir açılış yapmıştır. Ardından Thorndike “connectionistic” düşünüşü destekleyen, örneğin, öğrenme sürecinde “deneme-yanılma” (operant şartlanma)nın yeri, davranışlar üzerinde başarı ve başarısızlığın yeri gibi süreçleri ortaya koyan önemli çalışmalara imza atmıştır. Böylece bireysel anıların ya da bir başka ifade ile “internal representasyon”ların, behavioristik analizlerde kullanılan etki-tepki ilişkisindeki farklılıkların nedeni olabileceğini göstermiş ve psikoloji bilimini daha gerçekçi bir düzeyde ele almaya olanak-sağlamıştır. Hebb, nörolojide iki nöronun birbirleri üzerinde fizyolojik etkiye sahip olabileceğini ortaya koymuş ve böylece nöroanatomideki gelişmeler nörofizyolojide ilerlemeler yol açmıştır. Ardından reductionistic görüşlere, yani her beyin bölgesinin bir mental işlev için özelleştiği gibi spekülasyonlara karşı, Lashley “engram” kavramını ileri sürmüş ve görüşünü destekleyen önemli bazı deneysel çaışmalar yapmıştır. Buna göre, hafızayı sinir sisteminin izole bir yerine özgü bir işlev olarak kabullenmek olası değildir. Belki de beynin belli bölgeleri öğrenme ve öğrenilen şeylerin saklanması için temel işlev görüyor olabilir, ama işleve katılan diğer pek çok bölge olduğu da bilinmektedir. Son aşamada, söz konusu tüm bölgeler işlevsel düzeyde ele alındığında, birbiriyle denklik taşımaktadır. Engram, işlevsel bir ünite olup ilgili tüm beyin alanlarını kapsamaktadır.
Sonuç olarak insan holistik bir perspektifle ele alınmak zorundadır. Başka türlü bir yaklaşım, insan hakkında ileri sürülen bilgilerin bilimselliğine kuşku ile bakılmasını gerektirir. En azından, psi-kodinamikler gözardı edildiğinde, bilinmezlerle dolu insan beynine dair bir çok fenomen gözden kaçacak, psikobiyoloji gözardı edildiğinde ise günümüzün büyük biyoteknolojk gelişmelerinden yararlanma olanağı ortadan kalkacaktır. Bu riskler, hem uygulamacı ve hem de bilim emekçisi için katlanılabilecek türden değildir.
Özetle, psikoloji ve psikiyatride, eskiden ruh ya da akıl olarak tanımlanan şeyin, söz konusu belirleyenlerin bir ortak paydası olarak aslında “beyin” olduğu bilinmekte ve beynin de holistik anlamda analiz edilmesi gerekmektedir. Çünkü beyni anlamak, onun işlevlerini, anatomisini ve biyokimyasını parçalar halinde ele almakla mümkün değildir.
Günümüzde bilim emekçilerinin elinde, yukarıda da değindiğim gibi, son derece değerli birçok metodoloji vardır. Bunlardan özellikle elektrofizyolojik metodolojinin avantajlarına değinmiştim. Söz konusu bilimsel yöntem, beynin işleyişini bir bütün olarak yansıtmaktadır. Dolayısıyla, psiko-elektrofizyolojik metodolojilerin, insanın kendisi ve içinde yaşadığı sosyal, ekonomi, politik ve diğer tüm koşullar arasındaki diyalektik dengeleri ortaya koymakta, spekülasyonlardan ve metodolojik hatalardan uzak kalmak kaydı ile, önemli bir avantaja sahip olduğu açıktır.
“Deli damgası”nı anlamsızlaştıran, toplumda vicdani rahatsızlığa yol açan bir diğer önemli gelişme, psikofarmokoloji ve psikoterapi gibi tedaviye yönelik önemli gelişmelerdir. İnsanlar bu hastalıkların da diğerleri gibi tedavi edilebildiklerini, en azından kontrol altında tutulabildiklerini görmektedirler. Tedavi sürecindeki bir şizofrenin toplumsal işlevlerini yerine getirebildiğine sıklıkla tanık olunmaktadır.
Konuyla İlgisi olan bir başka önemli nokta da, psikiyatride sözü edilen bilimsel gelişmelere bağlı olarak, psikiyatrik hastalıkların sanılandan çok daha fazla ve çeşitli olduğunun ortaya konmuş olmasıdır Bu konudaki gelişmelerin, artan iletişim olanakları nedeniyle toplum tarafından izlenilebilir olması, toplumun azımsanmayacak bir çoğunluğunda, kendilerinde de şu ya da bu ad altında bir ruh sağlığı sorunu olduğu veya her an olabileceği bilincinin doğmasına yol açmaktadır. Böylece toplumda, şizofrenlerle ve ruh sağlığı bozuk olan diğer birçok insanla arasına ördüğü “deli damgası” adındaki duvarın içine bizzat kendisini hapsetmekte olduğu şeklinde ironik bir durum ortaya çıkmaktadır.
Tüm bunlar “deli damgası” adı verilen sosyolojik olgunun, varlığı için gerekçe oluşturan ekonomik ve sosyal alt yapısını artık yitirmekte olduğunu göstermektedir. Bu, ayrıca, damgalanmanın sona ermesi için bizzat toplumun hazır olduğuna işaret emektedir.
Yukarıda, şizofreni vb. diğer psikiyatrik beyin hastalıklarının araştırılması için ekonomik destek yetersizliğinden söz etmiştim. Ancak, öyle anlaşılmaktadır ki, bu sorun da çözüm yolundadır. Şöyle ki: Akıl hastalıklarına yönelik kamuoyunun işaret ettiğim doğrultuda gelişiyor olması, toplumu, ruh sağlığı konusundaki talebini açıkça dile getirme yolunda cesaretlendirmektedir. Söz konusu talebin açıkça ifade edilmesinden en çok ilaç sanayii yararlanmaktadır. Dolayısıyla ilaç sektörü talebin armasıyla birlikte ciddi bir ekonomik güç haline gelmektedir. Tabii ki, söz konusu gücün, “deli damgası”nın kaldırılması için elinden geleni yapması sürpriz olmayacaktır. Sonuçta elde edecekleri kârları şöyle bir hayal etmek bile, bunun ne denli büyük bir olasılık olduğunu anlamak için yeterli olacaktır kanısındayım.
Her şey bir yana, “deli damgası” en çok şizofrenlere ve yakınlarına zarar vermektedir. Dolayısıyla, sürecin hız kazanabilmesi için en başta onların çaba göstermeleri gerekmektedir. Tabii ki böyle bir girişimde, yanlarında birçok dostun olduğunu hemen göreceklerdi. Hiç kuşkusuz, bunların başında, ruh sağlığı alanında çalışanlar ve sonra aydınlar, eğitimciler, bilim emekçileri olacaktır. Böylece, işaret ettiğim sosyal, bilimsel ve ekonomik dinamiklere dayalı gerçekçi stratejiler belirlenebilecektir. Her halde ilk çözümlenmesi gereken şey, sosyal devlet anlayışı içerisinde tüm insanlara eşit ruh sağlığı hizmetinin götürülmesini sağlamak olmalıdır. Ayrıca, zorunlu eğitim yıllarında çocuklara ve gençlere ruh sağlığı ve hastalıkları konusunda gerçekleri anlatmak gerekmektedir. Yine, şizofrenler ve diğer psikiyatrik hastalar için iş olanaklarınının geliştirilmesi ve sağlıklarının çalıştıkları işyerlerinde güvence altına alınması için organizasyonla yapılmalıdır. Bu vb. daha birçok olumlu gelişmelere yol açmak, şizofrenler ve yakınları için gerçekten olasıdır. Sahip oldukları potansiyel, kamuoyu ve ekonomik gücün politikacılar üzerinde etkili olabileceği söylenebilir.
Önemli olduğuna inandığım için, bir kez daha anımsatmak isterim ki, “deli damgası” şizofrenler ve yakınlarının kişiliklerine yönelik bir şey değildir. Tamamen sosyolojik bir sorundur. Sorun tarihsel, ekonomik, sosyal, politik ve başka birçok belirleyenden etkilenmektedir. Dolayısıyla, bu nedenle topluma ve diğer insanlara kırgınlık duymak yersizdir. Aksine; toplum da, bu nedenle, vicdanen rahatsızdır ve sorunun bütünüyle ortadan kalkması için şizofrenlere ve yakınlarına, öncülük edecekleri her türlü girişimde destek vermeye hazırdır.
*Yazarın izniyle “Şizofreni Anlamak” adlı kitabından alınmıştır. İmge Kitapevi, Ankara, 1998